Hollandalı bilgin Erasmus mutluluğa erişmek isteyenlere yeni bir yol öneriyor: Delilik
Erasmus, Yeniden doğuş (Rönesans) çağının önemli isimlerinden biridir. Evlilik dışı doğmuş ve zor koşullarda yaşamış bir çocuk olmasına rağmen yaşadığı sürece kendi mutluluğunu yaratıp korumasını bilmiştir. Erasmus 16. Yüzyılın başında yayınlanan «Deliliğe övgü» adlı ünlü yapıtında şöyle diyor; insanlar akla ne kadar bağlanırlarsa mutluluktan o kadar uzaklaşırlar.
Erasmus deliliği ise şöyle anlatıyor; Tanrılar ve insanlar üstüne sevinç saçıyorum. Annemin adı gençlik, adı mutluluk olan kanarya adalarında doğdum. İzzetinefis, yüze gülme, tembellik, bulanıklık, zevk-i sefa ve zevk tanrısı benim hizmetçilerimdir. Bu hizmetçilerimle Dünya’yı yönetenleri yönetirim ben…
İlk mutluluğunuz şu güzelim Dünya’ya gelmekti. Dünya’ya ananız ve babanız sayesinde geldiniz. Hizmetçilerimden «unutmak» olmasaydı, ananız o acılara dayanıp sizi doğurmazdı. Çocukluk, akıldan yoksun olduğundan eğlendirir, haz verir. Delilik olmasaydı gençliğin tadı olur muydu? Nitekim gençliğin adına «delikanlılık» demiyor muyuz?
En büyük mutluluk insanın kendisinden hoşnut olması elindekilerle yetinmesidir. Hizmetçim izzet-i nefis olmasaydı bu mutluluğu sağlayabilir miydiniz? Hele insanın kendinden hoşnut olması kadar güzel ve hoş ne vardır?
Akıllı ile deliyi ayırt eden nedir? Biri aklının diğeri tutkusunun peşinden gider. Oysaki akıllıyı aklının peşinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öylesine bir zavallıdır ki, mutluluk sağlayan bir tutku yerine mutsuzluk sağlayan bir tutku seçmiştir.
Hele bakın: kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli bir eğitim, tehlikelerle dolu bir çocukluk, yorucu irdelenmelerle ve boyun eğmelerle geçen bir gençlik, hastalık ve sakatlıklarla geçen bir yaşlılık ve acı bir zorunluluk olan bir ölüm. Bu bahtsız ömür boyunca sayısız hastalık, olumsuzluk, talihsizlik, utanç, korku… Sadece akıl yoluyla böyle bir yaşamın üstesinden gelinebilir mi?
Erasmus’un amacı deliliği övmekten çok çağın bozuk düzenine mizahi bir dille takılmaktır. Oysa aradan yüzyıllar geçse de sözlerinde bahsettiği bu bozuk düzen olduğu gibi duruyor.
Erasmus aklın karşısına konan deliliğin bir ölçü aşırılığından başka bir şey olmadığını biliyordu. Ölçüsüzlükler ve aşırılıklar bugün olduğu gibi 16. yüzyılda da mutluluk sağlayamamışlardır.
Bazen bilmemekte mutluluktur!
Bunu günümüzden bir örnekle açıklayarak konuyu daha netleştirmek istiyorum:
Bir adam evlendikten sonra eşine çok güzel ve büyük bir elmas yüzük hediye eder. Elmas sahtedir ama adam eşini yüzüğün çok değerli olduğuna inandırmıştır. Kadın çok mutludur. Eşinin onu düşünerek elmas bir yüzük alması onu çok sevindirmiştir.
Bu maddi olarak değersiz cam parçasından yapılan yüzüğe bakarken gözleri dolar, elleri titrer…çok ama çok mutlu olmuştur. Sevinçle yüzüğünü arkadaşlarına gösterirken eşinin onu ne kadar sevdiğini ve düşündüğünü anlatır.
Yüzüğün elmas olmadığını bilmemesi yani bilgisizliğin verdiği bu mutluluğu hangi bilgi ona verebilirdi? Ya da bu elmasın sahteliğini bilmeyenin mutluluğuyla, bu elmasın gerçeğini parmağına takanın mutluluğu arasında ne fark vardır?
Yüzüğün elmas olması ya da olmaması ne fark ettirir?
Önemli olan sizi sevip düşünen birinin size hediye alması mı yoksa hediyenin maddi değeri midir?
Sevdiklerimizi düşünmek, hatırlamak, onların yüzünü güldürüp mutlu edecek birşeyler yapmaktır önemli olan…
Ölçüsüz ve aşırı hediyeler sunmak maddi açıdan satın alma gücünüz olduğunu gösterir, sevdiklerinizi daha çok düşündüğünüzü ya da sevdiğinizi değil…
İşte bu yüzden; Parayla satın alınamayacak değerler karşısında, paranın satın aldıklarını bilmemekte mutluluktur…